Bölümü podcast olarak dinlemek isterseniz;
Merhaba Çağırışımlar’a hoşgeldiniz.
Ben Sıla
Her bölümde belirlediğim bir tema üzerinden kitaplar, filmler, düşünceler, kişiler, durumlar üzerine izlenimlerimi, çağrışımlarımı, okuma ve izleme önerilerimi sizlerle paylaşacağım.
Bir sonraki tema da daha dikkatli olacağım. Mücadele çetinleşti çünkü. İçte ve dışta. Bir şeyi anlamak için niyet ettiğimde onu anlatacak her şey karşıma çıkıyor. Mesela birini tanımak istediğimi düşünüyorum, öyle bir şey yapıyor ki daha ilk görüşmeden hemen tanıyıveriyorum.
Bir anım vardı böyle yıllar öncesinden. Bir gün deniz kenarında yürüyüşe çıktım, pek de sıkıntılı bir günümdeydim. Kafamda binbir türlü şey dolaşıyor, dönüş yolunda artık düşüncelerimi toplayıp bir karara vardım. Kendi kendime dedim ki yaşama cesareti istiyorum. Yaşamaya cesaret ediyorum.
Bu şekilde kendimi aşırı iyi motive etmişken ve mutlu bir şekilde eve dönüyorken yan sokaktan 3 tane köpek üzerime koşarak ve havlayarak geldi. Tam o sırada insan “havlayan köpek ısırmaz” sözünü insan hatırlayamıyor. Üçü birden bacaklarımda -bunu kibarlık olsun diye söylüyorum neresi olduğunu anladınız- havlamaya başladı. İşte o zaman dedim ki al sana yaşama cesareti şimdi yiyorsa paniklemeden yürü. Öyle de yaptım. Derin nefesler alıp yavaş yavaş yürümeye devam ettim bir süre sonra da yanımdan gittiler. Hayatın beni sevme şekli.
Al bebeğim, istediğin cesaret fırsatı.
Şimdi de olan bu sanırım. Al bebeğim mücadele fırsatı. İşin şakası bir yana, hikayeler dinledikçe, insanların mücadelelerine şahit oldukça yürekleniyorum. Hayat sadece benim hikayemden ibaret olmuyor, her düzlemde, her varoluşta bir mücadele hikayesi var ve zaferle çıkılmış olanlar insanı heyecanlandırıyor. Bu zafer nedir, belki o da başka bir tema olur.
Bu bölümde filmler üzerinden gideceğim dedim, sözümde duruyorum ama itiraf edeyim zorlandım. O kadar çok film var ki, hangisini seçeyim bilemedim. İlki zaten başından beri belliydi. Diğer ikisi de birden aklıma geldi temayı düşününce. Mücadele filmleri söylemeyeceğim size, benim için, içinde mücadele olan filmlerden bahsedeceğim. Yoksa doğrudan Marslı filmini izleyin derdim. Dünya dışı mücadele, yaşam mücadelesi, gerçek anlamda.
İlk film Darren Aronofsky’nin “Black Swan”’ı 2010 yılında gösterime giren bir film, üzerinden 13 yıl geçmiş. O zamandan beri sanırım 4 kere izledim. Hem Natalie Portman’nın oyunculuğuna hayran olduğumdan hem de konunun beni çok etkilemesinden. Bu noktada filmleri izlemeyenler için spolier olacak bilgileri vermek istemiyorum, filmi de anlatmak istemiyorum. İzlememişsinizdir, tadınız kaçar, böyle şeyler olmasın.
Ben bu filmde anne ile kızın arasındaki mücadele üzerine bir şeyler söylemek istiyorum. Evet pek çok mücadele görebilir filmde izleyenler. En önemlisi de kızın kendi ile olan mücadelesi. İçindeki siyah kuğu ile. Bu bir yenme yenilme savaşı değil harika bir bütün olma hikayesi. Ancak ben başka bir şeyden bahsedeceğim.
Ebeveynlerin kendi olamadıkları şeyleri çocukları üzerinden tatmin etme arzusunun harika bir anlatımı bu film. Bu sıklıkla karşımıza çıkan bir şey. “Annem okumamış ben okuyayım istemiş, annem öğretmen olmuş ama hep balerin olmak istermiş, annem dışarıda hiç özgürce gezememiş ve bu sebeple benim gezmemi istemiyor.” gibi gibi
Bir çocuk olarak annemizle olan bağımızın yerini hiç bir şey dolduramıyor. Bunun biyolojik anne olması gerekmez, bize kucak açan, seven, bakan, besleyen biri yoksa bu hep bir eksiklik hep bir arayış oluyor. Eş seçimine, iş seçimine, arkadaş seçimine yansıyor ve büyüyemeyen çocuklar olarak ortalarda dolaşıyoruz.
Ne kadar küçük ve bakıma muhtaç oluyoruz değil mi bebekken. İşte o zaman bize bakan kişi bakmaya devam etsin diye ne isterse yapıyoruz. O iyidir diye düşünüyoruz. Bu ön kabul çatışmanın da başladığı yer oluyor. Sonuçta o da insan.
Kabile yaşantısındaki erginleşme törenleri insanları anne babasından ayırıp tüm dünyanın çocuğu yapmaya yönelikmiş, bir de ben o zamanlar zaten bu kadar bağımlı ilişkiler olduğunu da düşünmüyorum. O zaman daha kolaymış sanırım, şu an işin içine pek çok faktör giriyor. Anne tarafından bakınca da bir bebeğinin olması, onun bakımını üstlenmek, ihtiyaçlarını gidermek çok büyük bir sorumluluk. Eğer kişi hayatta kendini yeterince ifade edememişse, sevgiyi nasıl yaşayacağını bilmiyorsa bunu nasıl verebilir ki? Anne olmak kölelik de olabilir hükmedicilik de, eğer kişi kendinin farkında değilse. Filmde ikisi birden oluyor. Kuğu kızımızın annesi de balerinmiş ve doğum yaptıktan sonra işini yapamamış ve hep kızına bakmış. Kız da balerin olmuş. Annesi onun yemeğinden kıyafetine tırnağını kesmekten odasındaki eşyalara kadar her şeye karışıyor. Onunla ilgileniyor, ona bakım veriyor ama diğer yandan onun üstünde hak idda ediyor. Kızının başrolü almasından mutlu olduğunu söylüyor ancak biz biliyoruz ki kendi hiç bir zaman kızının yüzünden başrol alamadığını düşündüğü için ona içten içe büyük öfke duyuyor.
Anne olma mevzusu her zaman hassastır, bununla ilgili olarak konuşmak da tabudur bizde. Anneliği kutsal atfetme, bu mertebeyi yüceleştirmek herkes üzerinde büyük baskı yaratıyor. Büyüyemeyen koca bebekler olarak devam da edebiliriz ya da Siyah Kuğu’daki gibi içimizde dönüp dolaşan, her zaman orda olduklarını bildiğimiz ama hiç bir zaman kendimize bile söylemeye cesaret edemediğimiz konularla mücadele edebiliriz. Galibiyet ya da mağlubiyetin olmadığı bir durum bu. Sadece anlamak ve kabul etmek, bütün olmak için gerekli. Yaşama cesareti için gerekli.
Annelik gibi tabu bir konuya girdiysem arkadaşlık gibi ikinci bir tabu konuya da girebilirim diye düşünüyorum. Ebeveynlerimizden sonra bize en yakın olan kişiler kardeşlerimiz eğer benim gibi tek çocuksanız arkadaşlarınız oluyor. Bu dünyadaki en güzel şeylerden biri. İnsanı tamamlayan, eğlendiren, mutlu eden, yardım eden, kucak açan, destekleyen kişiler arkadaşlarımız ya da bizi aşağı çeken, kıskanan, önümüze suni gündemlerle engel koyan, açık olmayan ve bizi aldatan kişiler de olabilir. Biz de birinin arkadaşıyız, nasıl bir arkadaş olduğumuzu sorgulamak önemli.
Şimdi yeni bir filmden bahsedeceğim The Banshees of Inisherin. 2022 yapımı bir film ve Martin McDonagh yönetmenliğini yapmış, Colin Farrell da harika oynamış. Kendisine The Lobster’da da hayran kamıştım. Aksiyon filmlerinden böyle rollere geçmiş olması çok iyi olmuş. Daha çok güzel filmde izleriz umarım. Colin Farrel’ı niye bu kadar övdüm bilmiyorum, hayır kendisi için özel bölüm yapmayacağım.
Filmin adını söylemek çok zor olduğundan Ölüm Perisi diyeyim ben çünkü Banshee denen bir varlık İrlanda ve İskoç halklarının inancında yaşlı bir kadın kılığına bürünmüş ve biri ölecekken ağlayan ve çığlık atan bir kadın gibi görünürmüş. Yani ölüm getiren değil de ölüm olacağında haber veren bir varlık gibi de düşünebilirsiniz.
Hayır film korku filmi değil, tamamen arkadaşlık üzerine ama tabii bu da kabusa dönüşebilir. Filmin konusundan bahsetmekte bir sakınca yok çünkü tanıtımını da okuduğunuzda aynı cümlelerle karşılaşacaksınız. İki arkadaşın arasında yaşanan gerilim ve bunun tüm kasabaya yansıması gibi özetleyebiliriz. Burada iki arkadaşın birbiriyle mücadelesini izleyeceksiniz ve aslında yine kişinin kendisiyle mücadelesi. Bir arkadaşınız, her gün görüştüğünüz, yediğiniz içtiğinizin ayrı gitmediği bir arkadaşınız bir gün sizinle görüşmek istemediğini söylese ne yapardınız? Bu konuda fikri kesinse ve sizi artık gerçekten görmek istemediğini söylüyorsa. Peki ya diğer tarafta, görüşülmek istenmeyen tarafta olsanız ne yaparsınız. Bu aslında çok basit bir konu gibi görünüyor. Aile ilişkisi değil, evlilik değil, arkadaşlık. Ancak arkadaşlıkların ne kadar hükmedici ve baskıcı olabileceğini izliyoruz filmde.
Her iki arkadaşa da sırasıyla hak verdim ben ta ki ikisinin de abarttıkları ana kadar.
Bazen kazanılamayacak alanlarda mücadele ediyoruz o zaman da kendimizi kaybediyoruz. Filmde yaşananlar da böyleydi. Bir inat uğruna ya da yalnız kalamayacağımızı düşündüğümüzden bırakmamız gereken şeyleri zamanında bırakamıyor olabiliyoruz. Arkadaşlık birbirine karşı mücadele değil de birlikte başka bir şeyle mücadele şeklinde olursa güzel oluyor, o zaman anlamlı oluyor. Ayrıca filmin atmosferi de çok güzeldi, bir adada geçiyor o tek mekanın sıkışmışlık hissi ve sanki başka hiç bir seçeceği yokmuş duygusu insanı boğuyor bu da filmin bize anlatmak istediklerini çok iyi bir şekilde hissettiriyor.
Anne dedik, arkadaşlık dedik ve tabi ki sıra geldi aşka.
Aşk hiç bir zaman tabu konu olmamıştır. Aşk hakkında herkes, hepimiz ileri geri konuşuyoruz. Bilmişlik taslıyoruz. Herkesin kendine göre bir aşk tanımı ve anlayışı var. Ama evlilik tabu mesela. Onun hakkında çok konuşulamıyor, özellikle de kişi kendi evliliği hakkında çok konuşamıyor. Şimdi söyleyeceğim filmde hem evlilik durumu var hem de aşk var. Yine çok eski bir film; Boş Ev. 2004 yılında Kim-Ki Duk’un hayran hayran izlediğimiz filmi. Çok az konuşma var, baş karakterlerimizinse hiç repliği yok ve bir de o muhteşem şarkı var. Tek bir şarkı tüm filmi yükseltiyor. Gafsa, Natacha Atlas’ın sesinden ve o harika müziğiyle.
Fimde hiç düşünmediğimiz şeyler oluyor mesela Golf sopasının ve topunun nasıl bir silaha ve gerginlik unsuruna dönüştüğünü görüyoruz, bir oyun nasıl ölümcü olabilir? buna şahit oluyoruz bir yan motif olarak.
Kadın, evli olduğu adam tarafından şiddet görüyor. Bir gün, boş evlere girip orada bir gece kalan ve o evdeki eşyaları tamir edip, evi temizleyen başroldeki adamla karşılaşıyor. Her evde de saat tamir edecek değil o evde de yaralı bir kadın var ve kadının da iyileşmeye ihtiyacı var. Hem sembolik olarak hem de hikayenin kendi akışı içinde çok güzel göndermeler içeriyor film. Ancak sonlara doğru bambaşka bir hal alıyor.
Buradan sonrası spolier içeriyor. İsterseniz burada durup bir koşu Boş Evi izleyip dönebilirsiniz ya da böyle şeyler beni üzmez dinlemeye devam edeyim de diyebilirsiniz.
Bir sürü olaylardan ve durumlardan sonra adam görünmez olmayı öğreniyor, zaten boş evlere girip çıkıp izini belli etmeyen adam artık evde birileri varken de eve girebiliyor ve kimse onu görmüyor. Yalnızca bir hayalet gibi varlığını hissettiriyor. İkisinin kavuşması da buna bağlı. Hiç kimse göremediği adamı bir tek kadın görüyor ve ona nasıl ulaşacağını biliyor. Önce gölgesini görüyor, sonra aynadan bakıyor ona. Arkasında olduğunu biliyor çünkü ve onunla nasıl kavuşacağını, onu nasıl görünür hale getireceğini biliyor. Geri geri yürüyerek onu yakalıyor, aşkını yakalıyor. İşte bu son sahneler bize insan üstü bir şeyleri anlatıyor, aşkın doğasını. Çekilen her acı, beklenen her dakika, giriştiğimiz her mücadele tek bir an için. Aşık olduğumuz kişinin gözlerini görmek, ona dokunmak için. Hayattaki kimse bizi görmeyebilir, mühim değil. Bir tek o görsün yeter, bu hissi yaşıyoruz filmin sonunda.
Gafsa’nın anlamının kafes olduğunu öğrendiğimde son sahne daha bir anlamlı oldu gözümde. Adam öylesine özgür ki. Her yer onun evi, hiç bir yere bağlı değil. Ancak en sonunda kadına yakalanıyor, sadece ona. Peki aşk özgürlüğün gitmesi midir? Gönüllü esaret midir? Bu soruların belli ki temamızla ilgisi yok. Belki çok ilerde aşk’ta konuşuruz bunları. Belki ben de bir iki bilmişlik taslarım ve kendi aşk manifestomu yayınlarım. Ama şimdi Boş Ev üstüne diyebilirim ki en büyük mücadele içinde aşk olan mücadeledir. Belki de tek kazanamayacığımız mücadele aşığımıza karşı olandır.
Tüm konuştuklarım beni şu noktaya getirdi, birlikte mücadele edebilmek çok kıymetli eğer o kişilere karşı bir savaş halinde olursak o zaman yenen taraf olmuyor, her yer bir mağlubiyetle doluyor. Hayatımızda bizimle birlikte, omuz omuza mücadele edecek yoldaşlarımız olsun. Haftaya yine aynı tema üzerinden gitmek istiyorum, bu kez mücadele eden kişilerin hayatlarından kesitlere yer veresim var.
Sağlıcakla kalın.
Bölümü beğendiyseniz sevdiklerinizle paylaşabilirsiniz.
İnstagramdan Sıla Topçam adresini takip edebilirsiniz.
Eğitimler hakkında bilgi almak istiyorsanız www.silamasalokulu.com adresinden bilgi alıp eğitim satın alabilirsiniz.